Zaman;
Bir boşluk yokluğun içinde.
Aşk;
Bir kasırga yaşamın içinde.
Hasret;
Aşkın kayboluşu zaman içinde.
Ve Sen;
Yüreğimin hasreti, zamana sıkışmış aşk içinde.
DragonHOL£
15 Kasım 2010 Pazartesi
5 Kasım 2010 Cuma
Hüzün Ağacı
Bitti.
O kadar zaman, o kadar uğraş iki heceye sığıverdi bir kaç dakikada. Ayrılıklar hep dramatik olurdu benim için. Benimle alakası olsun olmasın gözümden bir damla yaş akıverirdi. İnsanların birbirini terketmesi değildi üzen hiç bir zaman. O, kimsenin göremediği, kalplerdeki duygu dediğimiz kırıntıların savrularak etrafa dağılması, sanki tüm bağları koparılmış gibi öksüz kalmaları... Hep bunlar yakardı canımı, o his, sevgi, duygu artık neyse onların başına gelenler acıtırdı canımı.
Şimdiyse; kendime üzülüyorum. Baştan ayağa insanlık kılığına bürünmüş, his kırıntıları, aşk zerrecikleri, sevgi enzimleri vardı bedenimde, ruhumda. Sevgi, mutluluk değdikçe yaşardım, yenilenirdim ben de. Oysa şimdi susuzluktan kurumuş bir ağacın gövdesi gibi bedenim. Tüm bedeni çölde çürümüş kuş gibi yüreğim. Ne ben kaldı geriye, ne de bir yaşam tanesi.
İnanmadım hiç, yakıştıramadım ayrılığı gül ile bülbüle.Sen güldün, bense hiç susmayan bülbül. Neşeli kitap ayraçları gibi sıkıştırılmıştık hayatın belli sayfalarına. Sırf sen ve ben olduğumuz için, sırf biz olduğumuz için. Biz de değildi aslında. Ağaçtan koparılmış bir elmanın kırmızı tarafıydın sen, yeşil tarafıydım ben. Ama bir bütündük.
Kimliği belirsiz tarihlerde, faili çok da belirgin bir cinayete kurban ettik birbirimizi. Cesetlerimizin kimlikleri belirlenemedi. Siyahi bir hüznün, kızıl bir öfkenin için de ve hiç dinmeyen kahkalar eşliğinde...
O kadar zaman, o kadar uğraş iki heceye sığıverdi bir kaç dakikada. Ayrılıklar hep dramatik olurdu benim için. Benimle alakası olsun olmasın gözümden bir damla yaş akıverirdi. İnsanların birbirini terketmesi değildi üzen hiç bir zaman. O, kimsenin göremediği, kalplerdeki duygu dediğimiz kırıntıların savrularak etrafa dağılması, sanki tüm bağları koparılmış gibi öksüz kalmaları... Hep bunlar yakardı canımı, o his, sevgi, duygu artık neyse onların başına gelenler acıtırdı canımı.
Şimdiyse; kendime üzülüyorum. Baştan ayağa insanlık kılığına bürünmüş, his kırıntıları, aşk zerrecikleri, sevgi enzimleri vardı bedenimde, ruhumda. Sevgi, mutluluk değdikçe yaşardım, yenilenirdim ben de. Oysa şimdi susuzluktan kurumuş bir ağacın gövdesi gibi bedenim. Tüm bedeni çölde çürümüş kuş gibi yüreğim. Ne ben kaldı geriye, ne de bir yaşam tanesi.
İnanmadım hiç, yakıştıramadım ayrılığı gül ile bülbüle.Sen güldün, bense hiç susmayan bülbül. Neşeli kitap ayraçları gibi sıkıştırılmıştık hayatın belli sayfalarına. Sırf sen ve ben olduğumuz için, sırf biz olduğumuz için. Biz de değildi aslında. Ağaçtan koparılmış bir elmanın kırmızı tarafıydın sen, yeşil tarafıydım ben. Ama bir bütündük.
Kimliği belirsiz tarihlerde, faili çok da belirgin bir cinayete kurban ettik birbirimizi. Cesetlerimizin kimlikleri belirlenemedi. Siyahi bir hüznün, kızıl bir öfkenin için de ve hiç dinmeyen kahkalar eşliğinde...
23 Ekim 2010 Cumartesi
Eskilerden...
El Örgüsü Hırka
Durgundu su o gün. Gökyüzü aydınlık, bulutsuzdu. Hafif bir esinti sarıyordu her yeri. Ilık ama iç ürperten cinsten.
Ve takvim yaprakları uçup gidiyordu bir bir gözlerinin önünden. Fırtınaya yakalanmış, tutunacak yer bulamamış gibi. Gözlerini kapattı, ruhunu dinlemek için. Ne var ki ruhu da yılların kasırgasında kaybetmişti kendini. Geçmişi bu gününün güneşini tutarken, bu günü geleceğini sepete koyup götürmüştü Kaf dağının ardına.
Yüreğinde taşıdığı bunca ağırlıkla nasıl savrulduğunu anlayamadı hala. Tükenmişlik ve bir o kadar da inat yaşama karşı. Bitmek bilmeyen çaba.. En çok da sevmek çabası…
Kapanan her kapının ardında, terk edilen, el örgüsü hırka gibi artık sevdalar yaşamında. Yaşanmış, ama bitirilmemiş, unutulmamış ya da atılmamış. Kapının ardına gizlenmiş belki de bilerek bırakılmış…
Gözlerini açtığında yüzünde buruk bir gülümseme vardı. Gözlerinde de bir iki damla yaş, el örgüsü hırkaların yanına bırakılmak üzere.
Kalktı usullca yerinden, yavaşça yürüdü aynaya karşı. Durdu, baktı, baktı.. Dakikalarca anlamsız bakışlarla kendine baktı. Baktığı kendisi miydi yoksa omuzlarından, yüzünden, ellerinden hatta benliğinden geçip giden yıllar mıydı anlam veremedi birden. Uzandı, yüzüne bir yabancının dokunuşu gibi dokunmak istedi ama hayatındaki her şey gibi o da sadece bir görüntüden ibaretti. Görünmez olmaya başlayan görüntülerden…
Bedenlenmiş sevgisine her dokunuşunda bir gün gideceğini bilmesi gibi eski, tanıdık ve artık silinen bir şeydi bu da… Her gün biraz daha kırgınlık, her gün biraz daha göz yaşı ve her gün biraz daha yok olmak kendi varlığının içinde.
Hayat artık hırkalar örmüyordu yüreğine, esen bahar rüzgarını hissetmiyordu teni, yalnızlık yüreğini yontmuyordu artık. Farketti ki zaten silinip yok olmuştu tüm bu hayatın içinde. Sislerin ardından minik bir adımla çıktı gün ışığına, göz yaşları parladı aniden, ne çok ağlamış meğerse… Kararlıydı, silindiği hayattan son bir kalp atışı çalacaktı bugün.
Bir adım attı, bir adım daha. Eğildi yavaşça, önce kokladı yıllardır hasret kaldığı kokuyu, öylece, gözlerini mühürlemişcesine bakakaldı sevdiği adamın yüzüne. Uykusunda ne kadar güzeldi. Kıyamadı dokunmaya. Hem.. Dokunsa da nasıl hissedecekti ki? Bir damla göz yaşının hayaleti düştü adamın yüzüne ve hafif bir esinti okşadı yüzünü.
Gitme vakti geldiğinde, kalktı yavaşça, kapının arkasındaki askıya bir bakış attı bir de yatakta yatan adama… bir zamanlar bu adamın gönlündeki hırkaydı o da birlikte, elleriyle ördükleri. Şimdiyse, kapı arkasının tozuna, gölgesine bırakılmış bir anıydı sadece, belki de unutulmuş çoktan…
Ve takvim yaprakları uçup gidiyordu bir bir gözlerinin önünden. Fırtınaya yakalanmış, tutunacak yer bulamamış gibi. Gözlerini kapattı, ruhunu dinlemek için. Ne var ki ruhu da yılların kasırgasında kaybetmişti kendini. Geçmişi bu gününün güneşini tutarken, bu günü geleceğini sepete koyup götürmüştü Kaf dağının ardına.
Yüreğinde taşıdığı bunca ağırlıkla nasıl savrulduğunu anlayamadı hala. Tükenmişlik ve bir o kadar da inat yaşama karşı. Bitmek bilmeyen çaba.. En çok da sevmek çabası…
Kapanan her kapının ardında, terk edilen, el örgüsü hırka gibi artık sevdalar yaşamında. Yaşanmış, ama bitirilmemiş, unutulmamış ya da atılmamış. Kapının ardına gizlenmiş belki de bilerek bırakılmış…
Gözlerini açtığında yüzünde buruk bir gülümseme vardı. Gözlerinde de bir iki damla yaş, el örgüsü hırkaların yanına bırakılmak üzere.
Kalktı usullca yerinden, yavaşça yürüdü aynaya karşı. Durdu, baktı, baktı.. Dakikalarca anlamsız bakışlarla kendine baktı. Baktığı kendisi miydi yoksa omuzlarından, yüzünden, ellerinden hatta benliğinden geçip giden yıllar mıydı anlam veremedi birden. Uzandı, yüzüne bir yabancının dokunuşu gibi dokunmak istedi ama hayatındaki her şey gibi o da sadece bir görüntüden ibaretti. Görünmez olmaya başlayan görüntülerden…
Bedenlenmiş sevgisine her dokunuşunda bir gün gideceğini bilmesi gibi eski, tanıdık ve artık silinen bir şeydi bu da… Her gün biraz daha kırgınlık, her gün biraz daha göz yaşı ve her gün biraz daha yok olmak kendi varlığının içinde.
Hayat artık hırkalar örmüyordu yüreğine, esen bahar rüzgarını hissetmiyordu teni, yalnızlık yüreğini yontmuyordu artık. Farketti ki zaten silinip yok olmuştu tüm bu hayatın içinde. Sislerin ardından minik bir adımla çıktı gün ışığına, göz yaşları parladı aniden, ne çok ağlamış meğerse… Kararlıydı, silindiği hayattan son bir kalp atışı çalacaktı bugün.
Bir adım attı, bir adım daha. Eğildi yavaşça, önce kokladı yıllardır hasret kaldığı kokuyu, öylece, gözlerini mühürlemişcesine bakakaldı sevdiği adamın yüzüne. Uykusunda ne kadar güzeldi. Kıyamadı dokunmaya. Hem.. Dokunsa da nasıl hissedecekti ki? Bir damla göz yaşının hayaleti düştü adamın yüzüne ve hafif bir esinti okşadı yüzünü.
Gitme vakti geldiğinde, kalktı yavaşça, kapının arkasındaki askıya bir bakış attı bir de yatakta yatan adama… bir zamanlar bu adamın gönlündeki hırkaydı o da birlikte, elleriyle ördükleri. Şimdiyse, kapı arkasının tozuna, gölgesine bırakılmış bir anıydı sadece, belki de unutulmuş çoktan…
19 Ekim 2010 Salı
Sabah Düşünürü
Kulağımda bangır bangır bağıran müziğimle düştüm yine bu sabah yollara. Aynen her sabah olduğu gibi. Tıklım tıklım otobüs, insanlar nereye tutunacağını şaşırmış, ayakta durmak için resmen bale yapıyor.
Daha uyanamadan yoruluyor insan böyle bir durumda. Ve her sabah dediğim hatta artık yakındığım şeyi söylüyorum içimden: "ah ya bi arabam olsaydıı.."
Derdim ne ki sabahın köründe böyle kalabalık bir otobüsün gazabı içine atıyorum kendimi? Çok basit: İş. Gerçi çok sıkılmış olsam da çalışıyor olmaktan, mecburiyeti bir yana, işe yarar hissettirdiği diğer bir yana gidiyor beynimde hep. Sonra kafamda bir ses yankılanıyor: " Gerizekalı mısın kızım sen? Zengin bir koca bul, bak keyfine"
Diyor da" demekle olmuyor ki işte" diyorum mırıldanarak. Yanımdaki insanlar deli bu bakışıyla göz süzüyorlar suratımın göz oyuklarında, burun çıkıntısında.. Biraz dikkatli baksalar görüverecekler kaşlarımın alınmadığını. Aklıma geliyor, panikleyip kafamı eğiyorum.
Düşündüklerimin ve ne için endişelendiğimin farkına varıyorum bir anda; uykusuzluk herhalde, sapıttırıyor sabahları. Biraz gözlerimi aralayıp, camdaki yansımama bakıyorum. Alaycı bir gülümseme ile saf saf üzerimde gezdiriyorum gözlerimi. Dağınık saçlar, bezgin bir surat ve uykudan açılmayan gözler.. Kendine bakmalısın biraz!!!
Sabah sabah düşünecek şey mi yok? Olmaz mı? Sıcacık yatak, sevimli kedi, okunacak güzel kitap... ama sen kalk, o tıkış tepiş otobüsün içinde bunları düşün... Üstelik uykulu uykulu.. Eveet! Tamam, biliyorum.. Deliyim ya da manyak.. yoldan çıkmış her ne varsa o işte... Biliyorum...
Eğlenceli olsun istiyorum herşey, o anı tüketirken, yanaklarım yukarı doğru hareketlens,n, dudaklarım kıvrılsın istiyorum. Zor mu? Genel olarak bilmiyorum ama bazen çok saçma ya da gereksiz olabiliyor. tıpkı bu akşam bu yazıyı yazdığım gibi. Ne gerek var dı şimdi? Ne bileyim.. Canım istedi işte...
18 Ekim 2010 Pazartesi
Bir... Bir de...
Yazasım gelmedi bu akşam yine.. ama yine de içimde kelimeler birbirine çarpıyordu, harcamayayım dedim.
Ne zamanlar yaşıyor dünya... anlam vermek zor, güç, hatta imkansız.. Her gün ayrı bir acı. Okunan her harf sanki başka bir yok oluşa delalet. Her gün bir facia, her gün bir cinayet. Cinayet dedim de.. öyle eskisi gibi zor söylenen kelime değil artık bu cinayet. Çünkü söylenmesi kadar yapılması da zordu eskiden. Şimdi ise, insan su içmeye giderken bir canlıyı katledebilir. Ya da alışverişe çıkarken.. Sıradan bir olay artık kısacası..
Ben de değiştim... Sanırım bunca bedliğin arasında beynim de bazı güzel fonksiyonlarını kaybetti. Hayal gücünü mesela.. kelimelerle iyi anlaşırdı eskiden hayallerim. Şimdiyse; hayaller başka bir yolda, kelimelerim apayrı bir uçurumda. Çoğu zaman intihar ederler ben bile farkında olmadan.
Zaman berbat... Herşey insanlığın hizmetine çalışırken, insanlık bir türlü kendi acizliğini anlayabilecek durumda değil. İşte bu beni üzüyor ve korkutuyor.. hatta çoğu zaman delirtiyor.
Eskiden insan vardı. Bir kalbi, bir beyni olurdu. Ve kusursuz işlerdi. zamanla makinalar gibi bozuldu. Duyguları paslandı. Kalbi çürüdü, beyni bozuldu.
Bir de eskiden dünya vardı.. Güzeldi. Sevimliydi. Sonra onu da öcüler yedi.
22 Eylül 2010 Çarşamba
Bol heyecanlı bir günün ardından...
Yine yoğun günler... Mevsim değişti. İnsanlar da mevsimin sıkıntısına kapılıp nasıl uyuzluk yapsam diye özellikle düşünüyorlar sanırım.
Dün benim için iş yaşamımdaki şimdiye dek yaşadığım en zor gündü. Bu deneyimden sonra, akademisyen alırlarken, o kişi Türkçe biliyor mu, dili iyi kullanıyor mu ve anlatılanı anlayabiliyor mu diye mutlaka ama mutlaka sınav yapmalılar. Çünkü bu niteliklere sahip olmadıklarından eminim. ha bir de dünyayı kendilerinin yaratmadıklarını biri anlatabilirse....
Bu güne gelince... Değişik bir gündü.
Uludağ Üniversitesi'nde çıkan yangın, insanların halleri... Felaktein eşiğinden gerçekten son anda kurutlundu. ( http://www.olay.com.tr/Sayfa.php?Git=Haber&id=48057 )
Daha sonra öğreniyorum ki akşam saatlerine doğru onkoloji hastanesinde de yangın çıkmış. Tam paranoyakça düşünmek için zemin işte. Neyse ki iki yangında da kimsecikler ölmedi.
Ve bugün bir kez daha yaşlandığımı anladım. İşten sonra gezmek bile eskisi kadar zevkli değil. İnsanın kafasını dağıtmak yerine ağrılar girmesine sebep oluyor. Halbuki normalde hiç de öyle hissetmiyordum. Hatta niyetim hoş bir şekilde arkadaşımla birlikte wuu-huu kızı olmaktı. Boş bir kafayla dert etmeden eğlenmek.. Her beğendiğim şeye wuuu-huuuuu diye çığlıklar atmaktı.
Tabi bir gerçeği gözden kaçırmışım. Türkiye'deyim. o kadar özgür değilim. Gerçi ülkemiz müthiş derecede demokratik bir ülke ama.. Neyse boşverin işte.
Kendimle ilgili bile anlayamadığım bu kadar çok şey varken, başkalarının yönettiği zavallı ülkemle alakalı sanırım ki anlamaya bile çalışmaya cesaret edemeyeceğim bir sürü şey var.
Gerçi artık bişey demek de, tepki göstermek de fayda etmiyor. Şemsiye şimdi açılsa nolur açılmasa nolur? Sonuçta girdi bir kere...
Tüm bunların yanında, sevgilimi de çok özledim. Gideli 2 gün oldu gerçi ama, her güne onunla başlayıp, her günü onunla bitirirken ayrılık oldukça zorluyor insanı.
Bugün de faydalı birşey olmamış. Günün sonunda öğrenidiğim tek şey; kızım sen artık yaşlanmışsın- oluyor. (:
Ve günün sonunda sevdiğim bir şarkı... http://fizy.com/#s/1h1tou
19 Eylül 2010 Pazar
Uzun Zaman Günceleri
Uzun zaman olmuştu yazmayalı. Hayat bazen o kadar çok vaktinizi alıyor ki, içinde olduğunuz halde yaşamaya fırsatınız olmuyor. Benim de neredeyse bir kaç yılım öyle geçti.
Hayatın içindeydim ama hayatı yaşamaya bir türlü fırsatım olmadı.
İnsanın yaşamasını kolaylaştıran, zevkli hale getiren bir çok şey olmasına rağmen bir o kadar da engelleyen faktörler var. Ya da ne bileyim zamanla internetle olan bağlantı, teknolojiye olan samimiyet yerini daha insancıl, daha elle tutulabilir şeylere bırakıyor. Arkadaşlar mesela ya da ev hayatı gibi... en kestirmesi, bilgisayarı dizlerinin üzerine almadığın günler, zamanlar diyelim biz ona.
Bahsedecek o kadar çok şey birikti ki... Hangisinden başlasam diye düşünüyorum.
Blog yazmaya başladığım zamanlar amacım, aslında gezdiğim yerleri anlatmak, küçük notlar bırakmaktı. Ama dediğim gibi işte;v hayat gezmeme fazlaca izin vermedi. İşler ve önceliği olan herşey ağır bastı ve gezilerin süresi de uzaklığı da azaldı.
Aslında en ihtiyacım olduğu zamanlarda yollarla aramız açıldı. Çok da sevmiştim oysa gezmeyi. Ama ne olursa olsun insanın üzerine yalnızlık bulutlarının çökmesiyle birlikte bir de bıkmışlık havası esmeye başlayınca etrafında... Herşey bir anda geride kalıveriyor. Kendisi bile....
Hayat bu, bir sürü yönü, bir sürü düzeni , çok çeşitli hissiyatları var bizlere sunacağı.
Bunların arasında uzunca yıllar geçti. Aşkı buldum, huzuru kaybettim gerçi ama belki de birlikte toprağa uzanabileceğim insanın yanındayım şu anda.. Emin değilim ama öyle hissediyorum.
Ve bir sürü dert, bir sürü sorun var. Bir çok da sorumluluk. Omuzlarımın varlığını bile hissetmiyorum bazı zamanlar yüklerin altında ezilmekten. ama biliyorum ki hayat herşeye rağmen yaşamaya değer. İyi yaşamayı bilirsen, sonuna kadar hayatın elini tutarsan, sonunda herkesin göremeyeceği o cennet bahçesine ulaşan yolun sisleri kalkacaktır. İnanıyorum... Ne bileyim işte. İnanmak istiyorum belki de.
Sanırım şimdilik kelimelerin arasında bu kadar tur yeter. Başka işlerde bekler.. Yarın görüşmek üzere... (:
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)