23 Ekim 2010 Cumartesi

Eskilerden...


El Örgüsü Hırka

Durgundu su o gün. Gökyüzü aydınlık, bulutsuzdu. Hafif bir esinti sarıyordu her yeri. Ilık ama iç ürperten cinsten.
Ve takvim yaprakları uçup gidiyordu bir bir gözlerinin önünden. Fırtınaya yakalanmış, tutunacak yer bulamamış gibi. Gözlerini kapattı, ruhunu dinlemek için. Ne var ki ruhu da yılların kasırgasında kaybetmişti kendini. Geçmişi bu gününün güneşini tutarken, bu günü geleceğini sepete koyup götürmüştü Kaf dağının ardına.
Yüreğinde taşıdığı bunca ağırlıkla nasıl savrulduğunu anlayamadı hala. Tükenmişlik ve bir o kadar da inat yaşama karşı. Bitmek bilmeyen çaba.. En çok da sevmek çabası…
Kapanan her kapının ardında, terk edilen, el örgüsü hırka gibi artık sevdalar yaşamında. Yaşanmış, ama bitirilmemiş, unutulmamış ya da atılmamış. Kapının ardına gizlenmiş belki de bilerek bırakılmış…
Gözlerini açtığında yüzünde buruk bir gülümseme vardı. Gözlerinde de bir iki damla yaş, el örgüsü hırkaların yanına bırakılmak üzere.
Kalktı usullca yerinden, yavaşça yürüdü aynaya karşı. Durdu, baktı, baktı.. Dakikalarca anlamsız bakışlarla kendine baktı. Baktığı kendisi miydi yoksa omuzlarından, yüzünden, ellerinden hatta benliğinden geçip giden yıllar mıydı anlam veremedi birden. Uzandı, yüzüne bir yabancının dokunuşu gibi dokunmak istedi ama hayatındaki her şey gibi o da sadece bir görüntüden ibaretti. Görünmez olmaya başlayan görüntülerden…
Bedenlenmiş sevgisine her dokunuşunda bir gün gideceğini bilmesi gibi eski, tanıdık ve artık silinen bir şeydi bu da… Her gün biraz daha kırgınlık, her gün biraz daha göz yaşı ve her gün biraz daha yok olmak kendi varlığının içinde.
Hayat artık hırkalar örmüyordu yüreğine, esen bahar rüzgarını hissetmiyordu teni, yalnızlık yüreğini yontmuyordu artık. Farketti ki zaten silinip yok olmuştu tüm bu hayatın içinde. Sislerin ardından minik bir adımla çıktı gün ışığına, göz yaşları parladı aniden, ne çok ağlamış meğerse… Kararlıydı, silindiği hayattan son bir kalp atışı çalacaktı bugün.
Bir adım attı, bir adım daha. Eğildi yavaşça, önce kokladı yıllardır hasret kaldığı kokuyu, öylece, gözlerini mühürlemişcesine bakakaldı sevdiği adamın yüzüne. Uykusunda ne kadar güzeldi. Kıyamadı dokunmaya. Hem.. Dokunsa da nasıl hissedecekti ki? Bir damla göz yaşının hayaleti düştü adamın yüzüne ve hafif bir esinti okşadı yüzünü.
Gitme vakti geldiğinde, kalktı yavaşça, kapının arkasındaki askıya bir bakış attı bir de yatakta yatan adama… bir zamanlar bu adamın gönlündeki hırkaydı o da birlikte, elleriyle ördükleri. Şimdiyse, kapı arkasının tozuna, gölgesine bırakılmış bir anıydı sadece, belki de unutulmuş çoktan…

19 Ekim 2010 Salı

Sabah Düşünürü


Kulağımda bangır bangır bağıran müziğimle düştüm yine bu sabah yollara. Aynen her sabah olduğu gibi. Tıklım tıklım otobüs, insanlar nereye tutunacağını şaşırmış, ayakta durmak için resmen bale yapıyor.
Daha uyanamadan yoruluyor insan böyle bir durumda. Ve her sabah dediğim hatta artık yakındığım şeyi söylüyorum içimden: "ah ya bi arabam olsaydıı.."

Derdim ne ki sabahın köründe böyle kalabalık bir otobüsün gazabı içine atıyorum kendimi? Çok basit: İş. Gerçi çok sıkılmış olsam da çalışıyor olmaktan, mecburiyeti bir yana, işe yarar hissettirdiği diğer bir yana gidiyor beynimde hep. Sonra kafamda bir ses yankılanıyor: " Gerizekalı mısın kızım sen? Zengin bir koca bul, bak keyfine"

Diyor da" demekle olmuyor ki işte" diyorum mırıldanarak. Yanımdaki insanlar deli bu bakışıyla göz süzüyorlar suratımın göz oyuklarında, burun çıkıntısında.. Biraz dikkatli baksalar görüverecekler kaşlarımın alınmadığını. Aklıma geliyor, panikleyip kafamı eğiyorum.

Düşündüklerimin ve ne için endişelendiğimin farkına varıyorum bir anda; uykusuzluk herhalde, sapıttırıyor sabahları. Biraz gözlerimi aralayıp, camdaki yansımama bakıyorum. Alaycı bir gülümseme ile saf saf üzerimde gezdiriyorum gözlerimi. Dağınık saçlar, bezgin bir surat ve uykudan açılmayan gözler.. Kendine bakmalısın biraz!!!

Sabah sabah düşünecek şey mi yok? Olmaz mı? Sıcacık yatak, sevimli kedi, okunacak güzel kitap... ama sen kalk, o tıkış tepiş otobüsün içinde bunları düşün... Üstelik uykulu uykulu.. Eveet! Tamam, biliyorum.. Deliyim ya da manyak.. yoldan çıkmış her ne varsa o işte... Biliyorum...

Eğlenceli olsun istiyorum herşey, o anı tüketirken, yanaklarım yukarı doğru hareketlens,n, dudaklarım kıvrılsın istiyorum. Zor mu? Genel olarak bilmiyorum ama bazen çok saçma ya da gereksiz olabiliyor. tıpkı bu akşam bu yazıyı yazdığım gibi. Ne gerek var dı şimdi? Ne bileyim.. Canım istedi işte...

18 Ekim 2010 Pazartesi

Bir... Bir de...



Yazasım gelmedi bu akşam yine.. ama yine de içimde kelimeler birbirine çarpıyordu, harcamayayım dedim.

Ne zamanlar yaşıyor dünya... anlam vermek zor, güç, hatta imkansız.. Her gün ayrı bir acı. Okunan her harf sanki başka bir yok oluşa delalet. Her gün bir facia, her gün bir cinayet. Cinayet dedim de.. öyle eskisi gibi zor söylenen kelime değil artık bu cinayet. Çünkü söylenmesi kadar yapılması da zordu eskiden. Şimdi ise, insan su içmeye giderken bir canlıyı katledebilir. Ya da alışverişe çıkarken.. Sıradan bir olay artık kısacası..

Ben de değiştim... Sanırım bunca bedliğin arasında beynim de bazı güzel fonksiyonlarını kaybetti. Hayal gücünü mesela.. kelimelerle iyi anlaşırdı eskiden hayallerim. Şimdiyse; hayaller başka bir yolda, kelimelerim apayrı bir uçurumda. Çoğu zaman intihar ederler ben bile farkında olmadan.

Zaman berbat... Herşey insanlığın hizmetine çalışırken, insanlık bir türlü kendi acizliğini anlayabilecek durumda değil. İşte bu beni üzüyor ve korkutuyor.. hatta çoğu zaman delirtiyor.

Eskiden insan vardı. Bir kalbi, bir beyni olurdu. Ve kusursuz işlerdi. zamanla makinalar gibi bozuldu. Duyguları paslandı. Kalbi çürüdü, beyni bozuldu.

Bir de eskiden dünya vardı.. Güzeldi. Sevimliydi. Sonra onu da öcüler yedi.